Psikolojiyi doğru olarak anlayabilmek, klasik ve modern psikolojiyi birbirinden ayırmadan ele almakla ve aktarmakla mümkün olur. Çünkü hiçbir psikoloji araştırması, kavramı ve alanı, bilim sürecinden sonra birden ortaya çıkmamıştır. Birçok psikolojik inceleme konusu yüzyıllar önce, hatta bazıları milattan önceki dönemlerde ortaya çıkmış ve araştırılmıştır. Bu kapsamda psikoloji tarihi, bir bütün olarak düşünülmelidir. Ayrıca psikoloji tarihi, psikolojinin kapsamı ve hangi konuları içerdiğini anlatması bakımından da büyük önem taşır. Bu anlatma sürecini felsefeyle başlatmak, psilolojinin saydamlığını daha da net oraya koyar. Çünkü, klasik psikolojiyi bizzat felsefe doğurmuştur.
İnsanlığın kendini araştırmaya başladığı eski çağlardan beri görülen insanı tanımaya yönelik ruhsal incelemeler, ancak çok uzun zaman sonra ayrı ve tutarlı bir etkinlik olarak ele alınmaya başlandı. Psikolojiyle ilgili olan ilk belirtiler, Antikçağ’da yaşayan bazı Yunan düşünürlerinin insan yaşamıyla ilgili yazılarındaki ruhsal inceleme ve betimlemelerde görülür. Psikolojiyi ilk kez bağımsız bir konu olarak ele alan Aristoteles (M.Ö. 4.yy.), kendine özgü bir biçimde kullandığı psiko terimiyle, dönemindeki birkok düşünür gibi, ancak onlardan daha kapsamlı olarak, yaşamın özüyle ilgili bir anlayış oluşturdu. Bu anlayış, psiko terimini zihin anlamında ele almasıyla diğerlerinden ayrılır. Bu gelişmeden yüzyıllar sonra, psiko sözcüğü, psikoloji kavramınin içerisinde yer aldı.
Çağrışım konusu da klasik psikolojinin ayrılmaz bir parçası olarak gelişti. Çağrışım’a ilk kez Platon deyinerek algıların başka algıları düşündürebildiğini ortaya koydu. Platon, ayrıca çağrışımların hatırlama denilen süreçteki rolüne vurgu yaptı ve öğrenme ile anımsama arasındaki ilişkiyi gördü. Aristoteles ise temel çağrışım süreçlerini tanımlayarak birkaç bilişsel (zihinsel) süreci ortaya koymuş oldu. Ona göre, çağrışım dediğimiz şey, zihnimizdeki bilgilerin benzerlik, zıtlık ve komşuluk ilişkilerine göre gerçekleşiyordu. Bu anlayışın, günümüzde bile hiç değişmemiş olduğu da unutalmamalıdır.
Psikoloji, felsefe kapsamında ilerlerken fizik bilimlerinin konusuna girmeyen ve genellikle kavramsal olan konularla ilgilenen metafiziğin ilgi alanına girdi. Ruhsal incelemelerle ve tanımlamalarla ilgilenen "ruh metafiziği", insan ruhunun neden oluştuğunu, beden öldüğü zaman nereye gittiğini, ölümsüz olup olmadığını irdeledi. Daha ileri bir aşamada akla da (psişe) yönelen bu irdelemeler, insan aklını giderek alt kısımlara böldü. Bunun sonucunda algılama, duyumsama, belleme, düşünme, duygu ve davranış gibi durumların akılla ilgisi araştırılmaya başlandı.
Antik dönemlerde felsefe kapsamında sınırlı bir görüş açısında ele alınan psikolojik çalışmalar, görüldüğü gibi daha çok zihinsel tanımlamalara yönelikti. Uzun süre sadece felsefeye dayanan bu çalışmalar, Orta Çağ'da karanlık bir döneme girdi ve neredeyse 17. yüzyıla kadar donup kaldı. Bu donup kalma, psikolojinin ilerideki birkaç yüzyıl daha felsefe çerçevesini tam olarak kıramamamasına yol açacaktı. Psikoloji, felsefe ile iç içe geçmiş olmasından ötürü, aradan geçen 2000 yıllık büyük süreye rağmen bu süreden beklenen gelişmeleri gösterememiştir.
İlk modern psikolog olarak kabul edilebilecek Fransız düşünür Descartes (1596-1650), yaşadığı dönemde bir bakıma modern psikolojiyi geliştirdi. Kimilerine göre, psikoloji "Descartes öncesi" ve "Descartes sonrası" olmak üzere ikiyi ayrılır. Descartes, çağrışımların görüngüsel varlığını kabul etmiş olsa da bunu açıkça dile getirmemiştir. Bununla birlikte, fizyolojinin ruhsal olaylara öncülüğünü araştırması psikoloji açısından bir ilki başarmasına ve psikolojiyi karanlıktan kurtarmasında aktif rol oynamıştır.
17. yüzyıldan itibaren psikolojide değişik çağrışım görüşleri ortaya atılmış, psikoloji karanlık çağından sonra çağrışım kimliğini benimsemiş ve bu kimliği birkaç yüzyıl aşamamıştır. Bunda felsefenin etkisi de büyüktür. Britanya’da deneysel çağrışımcılık fikriyle ilerleyen psikolojide, gelişmelerden ilk önemlisini İngiliz düşünür Thomas Hobbes (1588-1651), insanın çağrışımsal organizasyonu, zihnin hafızadaki biçimlenme şekli olarak ele alması sağladı. Bununla da yetinmeyerek isteklerin, motivasyonda büyük bir öneme sahip olduğuna inanmıştır. Hobbes, ayrıca bilginin çağrışımla elde edildiğini söylemekten geri kalmamıştır. Bir başka İngiliz düşünür olan John Locke (1632-1704), daha çok düşüncelerin çağrışımını ele alarak ve çağrışımlarda deneyimin rolünü tanımlayarak İngiltere ve Avrupa’nın akıl çağının ve aydınlanmasının başlatıcı ismi oldu. Diğer bir İngiliz düşünür George Berkeley (1685 - 1753), ideaların (düşüncelerin) oluşmasında duyusal ilişkilerden bahsetti ve basit idelerin karmaşık ideler için bütünleştiğini savundu. İskoç düşünür David Hume (1711-1776) ise, düşüncenin önemi üzerinde durdu ve yalnızca zihinde oluşan duyumların bilinebileceğini savundu. Böylece insan zihnini duyularla edinilen ve deneyle gözlenebilen modern bir duruma indirgedi. Görüldüğü gibi, çağrışım üzerinde yoğunlaşan bu çalışmalar, psikolojiye çağrışımcı incelemeyle yeni bir gelişme kazandırdı (çağrışım psikolojisi). Bütün bu gelişmelere karşın, bazı davranışların ve ruhsal süreçlerin felsefeyle sağlanamamaya başlaması üzerine filozoflar psikolojiyi çok ileriye götüremedi. Genellikle bilimsel deneyden yoksun bu çalışmalar, subjektif ve gözlemsel görüşlerin ötesine geçemiyordu. Ama gene de bu çalışmalar, psikolojinin ilham kaynağı olma özelliğini her zaman korumuştur.
18. yüzyıldan sonra organizmadaki ilgi çekici davranış ve biliş biçimleri, araştırmacıların dikkatini daha fazla çekmeye başlayınca, davranışlarda görünenin ötesindekileri açıklamaya yönelik çalışmalar ağırlık kazandı. Öyle ki, bu çalışmalar sonraki yüzyılda psikolojiyi kısa sürede ileriye taşıdı. Bu çalışmalar neticesinde, filozofların da görüşleri ışığında ve aydınların çabalarıyla fizyolojik ve zihinsel araştırmaların ortak bir bilimsel yöntemle birleştirilebileceği ortaya çıkıyordu. 18. yüzyılda yaşanan önemli gelişmeler arasında Fransız Franz Anton Mesmer (1734-1815)’in katkıları da unutulmamalıdır. Hipnotizmanın tedavide kullanımının önemini belirterek psikolojil de yeni yaklaşımların doğmasına yol açan Mesmer, James Braid'in 1842’de hipnoz yöntemini keşfetmesinde önemli bir esinti olmuştur.
19. yüzyıldan sonra psikolojik araştırmalar çok gelişti ve türlü dallara ayrıldı. Bu durum bilimsel psikolojik çabayı yakına taşıyordu. Zihinsel süreçlerin, modern psikolojik süreçleri doğurması çok şaşırtıcı olmayan bir gelişmeydi. Çünkü, felsefe zaten kanıtsız (ama mantıklı) psikolojik verilere doymuştu. Bu doyumu ilk aşan da fizyolojik incelemeler olmuştur. Çünkü psikoloji, felsefeden fizyoloji sayesinde ayrılmıştır.
Britanya çağrışımcılığı 19. yüzyılda ise James Mill, John Stuart Mill ve Alexander Bain tarafından ilerletildi. James Mill duyuların idealara önderliğinden bahsetti. J. S. Mill, çağrışım ilkelerini 1865’te benzerlik, birarada oluş, sıklık ve ayrılmazlık olarak tanımladı. Alexander Bain ise çağrışımcılığı sensorimotor fizyolojiyle birleştirdi. Böylece insan psikolojisi bütünlük kazanmaya başlıyordu. Herbert Spencer (1820-1903), biyolojik açıklamalarla ve Darwinci görüşlerle evrimci çağrışımcılığı doğuruyordu. Bu gelişmelerden sonra çağrışım psikolojisi, klasik psikoloji dönemini bitirerek deneysel modern psikoloji dönemine girmeye başladı.
19. yüzyıl psikolojisi, deneysel ve bilimsel kimliğe Almanya’da bürünmeye başladı. Bilimsel uyarlamalar, psikolojiyi bilim kürsüsüne taşımaya başladı. Alman düşünür Ernst Weber (1795-1878), fizyolojik yöntemleri psikolojiye uygulayarak bir anlamda psikolojiyi laboratuvar ortamına taşıdı. Başka bir Alman düşünür Hermann Ebbinghaus (1850-1909) ise bellek süreçlerini inceledi, süre, tekrarlama ve veri uzunluğunun öğrenmeye etkisilerini ortaya koydu, böylece ilk kez bellek süreçlerin deneysel çalışmalara konu olabileceğini göstererek ön plana çıktı. Diğer bir Alman psikolog Wilhelm Wundt (1832-1920) ise ruhsal ve davranışsal çalışmaların bağımsız bir şekilde ve deneysel olarak incelenmesi fikrini uygulamaya koydu. Wundt’un sürdürdüğü araştırmalar ve yoğun çabaları neticesinde 1879’da Almanya’nın Saksonya eyaletina bağlı Leipzig’de ilk deneysel psikoloji laboratuvarı kurularak psikoloji araştırmaları objektif deneysel çalışmalara dönüştürüldü ve psikoloji aynı zamanda fizyolojik ve deneysel anlamda da tam bir desteğe kavuştu. Deneysel anlamda psikoloji, gerçek varlığını Wundt’a borçludur. Wundt, ayrıca zihni ele aldığı için yapılsalcı yaklaşımın da öncüsü kabul edilir. İlk psikoloji dergisini de Felsefe Çalışmaları adıyla 1881’de yine Wundt çıkarmıştır.
Modern psikoloji, 19. yüzyılda bu gelişmelerle birlikte araştırdıklarıyla değil araştırma yöntemleriyle ön plana çıkmaya başladı. Bu araştırmalarla psikolojinin felsefeden ayrı bir bilim alanı olarak ele alınması gerçekleşmiş oluyordu. Daha sonra birçok psikoloji laboratuvarı kuruldu. Farklı yaklaşımların doğması da psikolojiyi felsefeden tamamen sıyrılmıştır. Bu sıyrılma günümüzde felsefe ve psikolojiyi net çizgilerle birbirinden ayırır.
Amerikan psikolojisi ise, 1880’lerden sonra gelişmeler kaydetmeye başladı. Psikolojide ilk doktora derecesini 1878’de Harward Üniversitesi’nden alan G. Stanley Hall, Amerika'nın ilk psikoloji dergisi olan Amerikan Psikoloji Dergisi’ni de 1887'de çıkardı. 1888‘de ise, ilk psikoloji profesörü James McKeen Cattell‘in Pennsylvania Üniversitesi’ne atanması, psikolojide felsefenin akademik etkisini de sona erdirdi. Bu yılda kadar, bilim olmasına rağmen gene de felsefe kimliğinden tam sıyrılamayan psikoloji araştırmaları, bu yılda tam bağımsız psikolojiye büründü. Ayrıca Amerika’da birçok psikoloji laboratuvarı açıldı. Bu bilimsel kuruluşlar, Amerika’da özgün bir psikolojik anlayış oluşturmaya başladı. Psikolojiyle ilgili olan ilk bilimsel kuruluş olarak kabul edilen Amerikan Psikoloji Derneği (APA), 1892'de Amerika'da kuruldu. Günümüzde dünyanın en büyük mesleki psikoloji derneği kabul edilir ve 100 bin’in üzerinde üyesi vardır. Amerikan psikolojisi 20. yüzyılla birlikte psikolojide önemli gelişmelere başladı.
Avusturyalı nörolog Sigmund Freud (1856-1939) ise 1886’da psikolojik yardım veren ilk muayenehaneyi açması yanında 1895'e doğru psikanalizi (Psikanalitik kuram) ortaya atarak davranış bozukluklarının açıklanmasında yeni bir yaklaşım doğurdu. Spinoza’nın nedensellik varsayımını temel alan psikanalitik kuram, her davranışın altında bir neden (cisellik ve saldırganlık) yattığını ortaya attı. Ayrıca psikanaliz psikolojiye birçok terimi de (bilinçdışı vb) kazandırdı.
Amerikan psikolog Edward Lee Thorndike (1874-1949) öğrenmeyi uyarıcı ve davranış arasında kurulan bir bağla açıkladı (bağ kuramı) ve 1898’da bu bağın pekiştirmeyle kuvvetlendiğini, cezalandırmayla zayırladığını belirten etki yasasını geliştirdi. Rus fizyolog İvan Pavlov (1849-1936) ise şartlı reflekslerin işleyisi üzerinde yoğunlaşarak klasik koşullanma deneyleri gerçekleştirdi ve 1902’de pekiştirme yasasını geliştirdi. Fransız iki psikolog Alfred Binet ve Theodor Simon ise zeka testleri üzerinde çalıştı ve 1905’te ilk psikolojik testi yayınladı (Binet-Simon zeka testi). Böylece eğitimde, farklı zeka seviyesindeki çocuklara farklı eğitim programları uygulamanın bilimsel yolu açılmış oldu.
Psikanalizci olan Alfred Adler (1870-1937) 1911’den sonra kendine ait görüş olan Bireysel Psikoloji’yi kurmaya başladı. Bir başka psikanalizci ola Carl Gustav Jung (1875-1961) ise 1913’ten sonra kendi yaklaşımı olan Analitik psikoloji’yi oluşturmaya başladı. Almanya’da 1912’den sonra Max Wertheimer‘le birlikte ortaya çıkmaya başlayan Gestalt Psikoloji ise insan yaşamını bir bütün olarak ele aldı. İngiliz psikolog William McDougall ise, 1908'de davranış bilimi tanımını psikolojiye kimliklendirdi. Bu gelişme ardından Amerikan Psikolojisi, davranış inceleme şeklinde ilerlemeye başladı.
Amerikan psikololog John B. Watson (1878-1958)’ın 1913’ten sonra oluşturmaya ve geliştirmeye başladığı Davranışçı kuramı ise giderek Amerikan psikolojisinde zirveye taşındı. Ama günümüzde bu önemini büyük öl-çüde kaybetmiştir.
Viyanalı psikiyatrist Jacob L. Moreno (1889-1974)’in 1913’de oluşturduğu grup terapisi ise kısa sürede psikodramayı doğurdu. Bu gelişme modern grup psikoterapilerinin yolunu da açmıştır. Böylece bir grup insanın aynı terapide yer alması sağlanmıştır.
1920’lerde gestalt psikolojisinin insancıl araştırmalara yönelmesi psikolojiyi bir bakıma yeniden felsefileştirdi. Jean Piaget ise 1930’lara doğru çocuklardaki bilişsel yetileri ele aldı. Rus psikolog Lev S. Vygotsky (1896-1934) ise 1920’lerden sonra bilişsel gelişimde, iç gelişimsel ve dış çevresel etmenlerin birlikteliğinin gerekliliğini savundu. Ayrıca 1930’dan sonra dil gelişiminde düşüncenin etkisini vurguladı. 1940’ların başında Abraham Maslow motivasyonla ilgili çalışmalar yaparak ihtiyaçların önem basamağını (hiyerarşisini) oluşturdu.
Amerikan psikolog Burrhus Frederic Skinner (1904-1990) ise 1930’ların sonunda davranışların analizini yaptı. Doğal davranışların olumlu bir uyarıcı sonucunu doğurmasının o davranışı öğrenmeyi pekiştirdiğini keşfetti ve 1950'lerde edimsel koşullanma deneyleri ile davranışçılığı yeniden canlandırdı. İnsan zihninin davranış üzerindeki etkisini kabul etmeyen davranışçı yaklaşıma tepki olarak ise 1950’lerden sonra bellek süreçlerini ve zihinsel işlevleri inceleyen bilişsel psikoloji ortaya çıktı. Bunun yanında ikinci dünya savaşı sonrası varoluşçu psikoloji ve 1962’de insancıl psikoloji ile birlikte psikoloji, felsefi bir insan bilimi biçiminde gelişimini sürdürdü. Bu gelişmelerin klasik psikolojideki gibi açıklamalı olarak değil, psikoterapiye dayalı yaşamsal işleviyle birlikte geliştirilmesini de unutmamak gerekir.
Kanadalı psikoloj Albert Bandura (1925-) 1960’larda davranışların sosyal boyutunu ele alarak sosyal öğrenme kuramını geliştirdi. Amerikan psikiyatrist Aaron Beck (1921-) ise olumsuz düşüncelerin çökkünlüğe etkilerini inceleyerek daha sonra bilişsel terapiyi geliştirdi. 1969’da ise Güney Afrikalı psikiyatrist Joseph Wolpe (1915-1997) davranışçı terapiyi yayınladı. 1970’lerden sonra gelişim psikolojisinde yaşam boyunca gelişim süreçleri giderek artan bir ağırlıkla önem kazanmaya başladı.
1980’lerden sonra, psikolojide kültürel ve kültürler arası psikolojik çalışmalar daha da belirgin duruma geldi. Bilişsel-davranışçı terapiler de önem kazandı. 1980’lerin psikolojisinde mutluluk ve duygusal iyileştirme yönünde de artış görülmüştür. Günümüz psikolojisinde iş yaşamını, cinsel sorunları, eğitim sistemlerinin verimliliğini ve insan sağlığını önemseyen uygulamalı birçok gelişme yaşanmıştır. Bu gelişmeler, günümüzde psikolog ve psikiyatrik meslek gruplarının ortak faydalarını ön plana çıkaran bir yapıdan kaynağını alan psikolojik bir anlayış oluşturmaktadır.
19. ve 20. yüzyılda, 21. yüzyıl insanlığının en büyük problemleri arasına gireceğinden habersiz olunan psikolojik sorunlar, bugün psikoloji bilimi tarafından büyük bir titizlikle incelenir. Bu bakımdan, psikolojinin modern gelişimi ve bugünkü konumunun önemli açıkça ortaya çıkmaktadır. Görünürdeki değişimin ötesinde, psikolojinin araştırma alanını genişletmesiyle birçok yanlış davranış örüntüleri yıkılmıştır.